Güle Rüya

Gül ağacındaki kurdela gibi,
Sımsıkı bağlıyım sana.
Ellerin ellerimde, gözlerim gözlerinde,
Düşlerimiz de aynı rüyadayken,
Uçlarıma dokunup çözme beni.

Bütün gece kuşlar hiç susmadı.
Gül ağacına söylediğim düşlerimi,
Bütün meleklere fısıldadı.
Güzel hülyalarda dolaşırken sen,
Onlar seni yüreğime taşıdı.

Mehmet Varal

bir sıkıntı var içimde
aklıma birşey takıldı
ne olduðunu çıkartamıyorum
çok yorgunum uyuyakalıyorum…

sabah kalktığımda
ismin geliyor aklıma
tüm gün seni düşünüyorum
yine akşam oluyor

günler akıp geçiyor
sen varsın yanımda
bazen yüzüm gülüyor
bazen içim sızlıyor

yavaş yavaş büyüyorsun içimde
sensiz kalamıyorum
çıkmıyorsun aklımdan
nedenini bulamıyorum

işte yine karşımdasın
üstünde beyaz bir kazak
saçların dalga dalga
yüzünde o tatlı gülümsemen

o an içimde birþey sızlıyor
haykırmak istiyor konuþamıyorum
yanlızca seni izliyor
gözlerinde kayboluyorum

hani bir soru vardı ya aklımda
artık cevabını biliyorum
her nekadar içimi acıtsada
sonunda anlıyorum
sana aşık oluyorum

Mehmet Varal

Seni Seviyorum

Her sabah uyandığımda
Sen geliyorsun aklıma
Beraber kalkıyoruz
Demliğe taze çay koyuyoruz

Yüzümü yıkıyorum lavaboda
Aynada seni yanımda görüyorum
Güzel gözlerinin içi gülüyor
Çok tatlı bir “günaydın” duyuyorum

Birlikte gülümsüyoruz
Dişlerimi fırçalamam gerektiğini anlıyorum
İşlerim bittikten sonra
Aynadaki dudaklarından öpüyorum

Beraber kahvaltı yapıyoruz
Kimi zaman baş başa
Bazen çocuklarla
Bazı zamanlar poğaça ile geçiştiriyoruz
Hafta sonları açık büfe arıyoruz
Bol bol gülümsüyoruz hayata

İşe gitmek için yola koyuluyoruz
Yollarda beraber yürüyoruz
Sana hikâyeler anlatıyorum
Gülücüklerini topluyorum

Kara kapıdan girerken
Orada bırakıyorsun beni
Dışarıda beklediğini biliyorum
Saat başı akşamı yokluyorum

İçtiğim her demli çayda
Seni arıyorum…
Resimlerini karıştırıyorum
Senden, yeni bir sen yaratıyorum.

Saçlarını dalgalandırıyorum rüzgârda,
Çiçekli elbiseler giydiriyorum
Yemyeşil, çiçeklerin arasında
Gökyüzünün maviliğini topluyorum sana

Sonunda yine karanlıklar geliyor
Seni dışarıda bulamıyorum
Üzülüyorum, kahroluyorum
Eve dönüş yolu hiç bitmesin istiyorum

Bulaşıklarla akşam cezamı çekiyorum
Gözlerime bir o kadar yakın
Ellerimden bir o kadar uzak,
Bana çok uzak olduğunu biliyorum

Kafam yastığa düştüğünde
Yine seni hatırlıyorum
Gözlerin gülümsüyor yine
Ama ben bir damla yaş bırakıyorum
Gözlerin rengindeki yastığıma

Beni üzmüyorsun,
Ben seni,
Seni sevmeyi,
Ve seni beklemeyi de
Çok seviyorum.

Sakarya Türküsü

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! ..

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..

(1949)

Necip Fazıl Kısakürek

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy

Bulutlar

Bulutlara baktığında,
Sanki havalanıp uçarsın.
Üzerinde yürüyebileceğin,
Güzel bir bulut ararsın…

Gözlerini kapatırsın ki;
Yükseklik korkun olmasın!
Yukarıdan insanlara bakıp;
Geldiğin yere ağlarsın…

Ağaçlara takılırsın…
Seni beklediklerini anlarsın.
Ne kadar kalmak istesen de;
Düşer uyarırsın…

Bulutlar

Bir birini takip eden bulutlar
Kümeleşip siyahlaşır üzerimde
Bakışların gibi üşütür,
Gözyaşların gibi ısıtır içimi.

Çok özlemiş gibi bir birimizi
Hızlıca geliriz bir araya bulutlar gibi
Tam gözyaşlarımızı dökecekken
Güneş çıkı verir, dağıtır bizi

Hiç ayrılmak istemezmişiz gibi
Resimlerimizi bırakırız arkada
O da zamanla silinir;
Acı kahve tadında.

Sen kuzeye ben güneye
Gerek yok üzülmene
Gene gelecek bahar
Nasıl gecen yıl geldiyse

Korkuyorum

Saçlarını seviyorum senin,
Ama dokunamıyorum;
Parmaklarıma dolanırlarsa,
Canının acımasından korkuyorum.

Gözlerini seviyorum senin,
Ama içlerine bakamıyorum;
Düşüncelerimi okuyup da,
Sıkılmandan korkuyorum

Yürüyüşünü seviyorum senin,
Ama ufuklara yürüyemiyorum;
Bir gün buralardan gidip de,
Dönememekten korkuyorum.

Düşlerini seviyorum senin,
Ama düşünemiyorum;
Düşlerini gerçekleştiremezsem,
Beni bırakmandan korkuyorum.

Ellerini seviyorum senin,
Ama elini tutamıyorum;
Bir gün ihtiyacım olursa,
Elini bırakmaktan korkuyorum.

Duygularını seviyorum senin,
Ama karşılıksız sevemiyorum;
Bunalıma gripte ölürsem,
Seni yalnız bırakmaktan korkuyorum.

Yazılarını seviyorum senin,
Ama sana yazamıyorum;
Yazdıklarımı anlayamazsan,
Yazmamandan korkuyorum.

Gülüşünü seviyorum senin,
Ama seninle gülemiyorum;
Ağlamam gerekirse bir gün,
Senin ağlamamandan korkuyorum.

Seni seviyorum,
Ama söyleyemiyorum;
Seninle ilgilenmezsem,
Çok üzülmenden korkuyorum.

Mavi

Anılarımı maviye boyadım,
Oradan ayrılırken.
Yalnızlığı ezberledim,
Sen buralarda yokken.
Keşke hisleri anlatan;
Harflerde olsa şu dünyada.
Doya doya anlatsam,
Yalnızlığı sana.
Bir gün karşılaşırız inşallah;
Dümdüz caddelerde.
Yanında kırmızı bir gül getir,
Üzerinde mavi denizle.
Keşke mavi olsam,
Denizde kaybolsam.
Balıklar bile tanımasa.
Ne olurdu sanki yaşamasam!
Artık uyandığımda sabah olmuyor.
Her gece yatarken yarın diyorum;
Bir gün güneş doğar diye umuyorum.
Gölgelerden kaçıyorum.
Kendime güneş gözlüğü bile almadım;
Karşılaşırsak gözlerimdeki,
Arayışı fark edemezsin diye.
Bütün bozuklukları attım;
Koşarken ağırlık yapmasın diye.
Rüzgara kalbimi dönmüyorum;
Bir şeyler götürmesinden korkuyorum.
Rüzgarı eskisi gibi sevmiyorum,
Bizimkiler gibi okşamıyor insanı.
Yeni yerler, yeni insanlar.
Yeni önyargılar, yeni öğretiler.
Yeni kavgalar, yeni sokaklar.
Kendini oyalayabileceğin güzel kızlar…
Hepsi var, sadece mavi yok!
Ölmek var, ölmek…

Keşke

Kar yağdı, taş kalbimin üzerine,
Yumuşacık bir örtü kapladı üstüne.
Gözlerimden güzelliğin aktı,
Yaşadıklarımızı hatırlayınca seninle.

Artık bir araya gelemiyoruz;
Anlatamıyoruz içimizdekileri birbirimize.
Taş basarak biriktiriyoruz kalbimizde;
Daha ne kadar dayanır bilmiyoruz.

Bazen sıkılıyorsun bu ortamdan;
Benim senden sıkıldığım kadar…
Artık geride kaldı sanırım,
Sadece kendini düşünmeyen arkadaşlar…

Ağlayarak, yanına gelirsem bir gün;
Göz yaşı olup gözlerimden akan,
Sana yaptığım ihanetleri,
Ben susuncaya dek dinler misin?