*Bisikletin geleneksel, modernizm ve post modernizm dönemlerindeki öyküsü.
Doğa ile iç içe yaşadık ve ona saygı duyduk, üstünlüğünü kabul ettik ve tanrının her şeye hâkim olduğunu kabul ederek 15–16 yy’ a kadar boğun eğdik. Doğanın gücünü kabul ederek onu geçemeyeceğimizi sadece taklit edebileceğimizi düşündük hep. Bizimle aynı düşünceleri paylaşmayan Leonardo Da Vinci ve öğrencileri vardı. Daha hızlı yaşamak için o zamanlarda hayal olan projeler peşinde koşmaktaydı. Birçok projesi doğanın birer kopyasıydı. Ancak 1493 yıllarında öğrencisi tarafından çizilen bisiklet apayrı bir araçtı. Doğadaki hiçbir canlıdan esinlenmemişti. Biz bu aracı yapmayı tam 3 yüzyıl (1840) sonra akıl etmiştik. Peki, neden bu kadar zaman beklemiştik?
Beklide bunun cevabı daha hızlı hareket etmeye ihtiyacımız olmamasıydı. Bedenimizi dinlendirebileceğimiz zamanımız, ruhumuzu için ise güçlü inançlarımız vardı. Beklide fazla uzaklara gitmeye ihtiyacımız yoktu. Çoğu ihtiyacımızı kendimiz karşılıyorduk. Evimizin yakınındaki tarlamızda çalışıyorduk çünkü henüz uzaklarda bir iş yerimiz yoktu. Her sabah kalkıp gitmemiz gereken bir okulumuz yoktu. Güneşle kalkıyor güneş ile yatıyorduk.
Bu arada zaman ilerliyor ve hızla çoğalıyorduk. İsteklerimiz birer ihtiyaç haline gelmeye başlamıştı. Daha çok yiyeceğe ve giyeceğe ihtiyacımız vardı.
Öyle bir zaman geldi ki geleneklerimizin bizi kontrol etmek için kullanıldığını ve inançlarımızın uygulamalarla çelişkiler içinde olduğunu fark ettik.
Bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarımız için sanayiler kuruldu ve artık her sabah gitmemiz gereken bir iş yerimiz olmuş oldu. Bu işyerlerinde çalışabilmek için eğitime ihtiyacımız vardı ve okullarımız olmuş oldu. Zamanımız dolmaya başladığında gecelere taşındık. Yaşam ve görev alanlarımız arasında daha hızlı hareket etmek için bir araca ihtiyacımız vardı. İlk çağlarda bu iş için atlar çok uygundu. Ama artık küçücük evlerde yaşıyorduk ve atlarla ilgilenecek zamanımız yoktu.
O dönemlerde lüks bir araç olan ve zenginlerin hobi olarak bindiği bisikletler 450 frank’a satılıyordu. Onları alacak gücümüz yoktu. Sanayi devrimi güler yüzünü bize göstermiş 1890 yılından sonra hızla ucuzlayan bisiklet bize birer armağan olmuştu.
Yatacak yer istemiyordu, karnı acıkmıyordu, ilgi istemiyordu. İşimize, okuluma gidip gelirken büyük bir kolaylık sağlamıştı bizlere. Zenginler hala hobi olarak kullanmaya devam ediyor, yarışlar düzenliyordu.
O yıllarda bisikletimizin rengi kırmızıydı. Çünkü hızlı gitmeliydi. Bizi işimize, okulumuza ve hatta düşmanımıza taşımalıydı. I. Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye ordularımızı taşımak için kullanmıştık. Ölüme de koşmak böyle bir şeydi belki. Ama bu hız yeterli değildi, otomobiller ve uçaklarda yaptık ama hiç biri bisikletler kadar ucuz ve masrafsız olmadı.
Aradan geçen zamanda keşfettiğimiz şey hareketin insanın doğasında olmasıydı. Hareketsiz kalan insan hastalanıyordu. Çalışmak ve yaşamak dışında amacı olmayan insanlar ruhsal problemler yaşıyordu. Bu sorunlarımız için spor’u keşfettik. Kömürlüklere kaldırdığımız bisikletlerimizin aslında çok güzel bir spor aleti olduğunu fark ettik. Ciğerlerimize işlemiş egzoz atıklarından kurtulmak, yeniden doğaya dönmek için bisikletlerimize tekrar bindik. Artık zengindik çünkü hızlı yolculuk etmek bir istek değil ihtiyaçtı. Ama sağlık için, diğer insanlara saygımız için bisikletlerimize bindik. Trafikteki araçları bisikletlerimizle protesto ettik. İki ay sonra bu eylem Fransa’da toplu olarak tekrar edilecek. Çünkü doğaya yeterince kirlettik. Daha fazla kirletmek istemiyoruz. Doğayla barışık yaşamak istiyoruz. Artık bisikletlerimizi yeşile boyuyoruz.
Ruhumuzu dinlendirmek için doğaya dönüyoruz. Bisikletimizle, ağaçlarla dolu bir yolda, güneşle parlayan, yaprakların gölgesiyle koyulaşan dinlendirici bir zeminde gitmek istiyoruz. Rüzgârın saçlarımızı uçurması hızı hissettiriyor, hız ise adrenalin sağlayarak hayattan zevk almamızı sağlıyor. Bu zevkler ruhumuzun dinlenmesine yardımcı oluyor.